Suriye Söyleşisi – Bereket Kar ve Hakan Mertcan

“Mülkiyeliler Birliği Çarşamba Söyleşileri” kapsamında, 19 Eylül’de, “Suriye Olayları Aleviler ve Türkiye” başlığıyla Genel Merkez binamızda toplandık. Konuşmacılarımız; Araştırmacı-Gazeteci Bereket Kar ve Ankara Hukuk Fakültesi Asistanı, Hakan Mertcan’dı…

Araştırmacı-Gazeteci Bereket Kar, konuşmasında, “Arap Baharı” sürecinin, bölge genelindeki rejimlerin dahi öngörebildikleri bir halk hareketi olarak doğmadığını, küresel güçlerin de bu hareketi sonradan kavramaya ve yönetmeye çalıştığını belirtti. Kar’a göre, yıllardır Filistin-İsrail çatışması üzerinden şekillenen Ortadoğu’daki kamplaşmalarda artık yeni bir döneme girildi ve “Arap Baharı”, yeni bir paylaşımın adı olarak ortaya çıktı. 

Bereket Kar, bölge halklarının mevcut rejimlerine başkaldırırken “aslında ne istedikleri ve neye karşı durdukları”nı anlamadan, “Arap Baharı” sürecindeki yeni paylaşımın ilk nüvelerini görmemizin zorlaşacağını, eski argümanlara sığınarak “halk hareketlerinin doğrudan ya da dolaylı biçimde egemen devletler tarafından kışkırtıldığı, bu sürecin bir kurmaca olduğu” hatasına düşebileceğimizi sözlerine ekledi. Süreci daha net tarif edebilmek için, başta Suriye olmak üzere, Ortadoğu’daki halk hareketlerinin geçmişten bugüne geçirdiği değişimlere odaklanmak, ittifak ve ayrışma noktalarına yereli temel alarak, etnik ve mezhepsel faktörleri ihmal etmeden, küresel dengeler bağlamında eğilmek gerektiğini savundu.

Ankara Hukuk Fakültesi Asistanı, “Türk Modernleşmesi ve Arap Alevileri” konulu tez çalışmasını sürdüren Hakan Mertcan ise, Suriye’deki gelişmelerin Türkiye Alevilerine etkisi üzerine konuştu. Bereket Kar’ın genel Ortadoğu gözlemini, Hakan Mertcan Türkiye Alevileri üzerinden derinleştirdi. Mertcan, Suriye’deki Nusayrilerin kökenine dair kısa tarihsel analiziyle, Nusayrilerin bugün nasıl adlandırılmaya, hatta yaftalanmaya çalışıldığını, etimolojik ve politik gelişim çizgisiyle birlikte yorumladı. 

Hakan Mertcan, Suriye ve özelde Baas Partisi üzerine Türkiye’de yürütülen güncel tartışmalarda, entelektüel kesim tarafından Nusayriliğin nasıl yorumlandığını, Esed rejiminin diktatoryal yapısı ile Aleviliğin nasıl bitişik okunmaya çalışıldığını, Türkiye’de Alevilere bu yolla nasıl gözdağı verilmek istendiğini basından örneklerle ortaya koydu. 

Dinçer Demirkent (Moderatör):Çarşamba söyleşilerinin ikincisi için toplandık. İlkini Haziran ayında Neşe Özgen’le gerçekleştirmiştik. Sınır’ın Ekonomi Politiği başlığı altındaydı ve gerçekten çok verimli bir sunuş olmuştu. Bu yeni döneme başlarken, gündemin iyice ısındığı ve yanı başımızda bir savaşın, aslında ne olduğunu da çok bilmediğimiz bir şeyin, tam ortasına düştük. İnanılmaz bir dezenformasyon dönemindeyiz. Bu dönemde daha sarih, daha doğru bilgiler almak için çok düşündük ne olabilir diye. Hakan Mertcan bize çok yardımcı oldu. Bereket Beyle tanıştırdı. Bereket Bey 6 yıl boyunca FKÖ’nün VEFA ajansında çalışmış, muhabirlik yapmış, oraları çok iyi bilen, hala o bölgeye gidip gelen ve bütün ilişkileri tanıyan birisi. Bize Suriye’de neler olup bittiğini bugün anlatacak. Hangi hareketler ne yaparlar, kimlerin güç ilişkileri nasıldır gibi bilgileri daha sarih bir biçimde bilme ve anlama şansımız olacak. Hakan Mertcan ise Türkiye’de özellikle etkili olan “Suriye’de bir Alevi devlet var” önermesi üzerine kurulan söylemin Türkiye’deki Aleviler üzerindeki etkisini anlatacak. Geldiğiniz için hepinize teşekkürler. Önce Bereket Beye sözü veriyorum.

Bereket Kar:Herkese merhaba. Değerli konuklar, tabii Ortadoğu deyince, çok geniş bir kavram. Bunu bütün yönleriyle bu sorunlara değerlendirmek bir panele ve bir saate sığdırılacak gibi değil tabii ki. Fakat bildiğiniz üzere Tunus’la başlayıp, Mısır, Yemen ve bütün Arap ülkelerini saran bu Arap Baharı tırnak içindeki “Arap Baharı”nın ne olduğunu, neyi hedeflediğini ve en son durağı Suriye olan, belki son durağı, Türkiye olacak olan ki esmeğe başladı zaten birçok yönüyle, bu neyi hedefliyor, bugünkü ya da geçmişteki varolan sistem, hepinizce malum, bilinen bir sistem. Burası ABD’nin ve diğer Batılı ülkelerin, egemen oldukları bir coğrafya. Bu coğrafyada beklenmeyen bir anda, 50 yıldır hegemonyalarının olduğu, diktatörlüklerin olduğu bu ülkelerde birdenbire halk sokaklara taştı. Kimileri bunu ABD’nin bir düğmeye basması olarak niteledi ve domino taşları birbirinin üstüne devrildi şeklinde yorumladılar. Ben bu yoruma katılanlardan değilim. Bu hareketlerin gerçek halk hareketleri olduğunu ve 50 yıllık birikimlerinin bir patlama noktasına geldiği ve giderek var olan bu antidemokratik, işbirlikçi sistemleri hedeflediğini görmekteyiz.Yani hedefsiz değildir.

Şimdi denilebilir ki, bu kalkışmalar bu tür halk ayaklanmaları, devrim midir, değil midir? Bu tartışmalar yaşandı ve hala yaşanıyor. Herşeyden önce halk hareketlerinin kendisi, demokratik hak ve özgürlükler, insan hakları, barış, demokrasi talepleri ile çıktılar. Tunus, Mısır ve Yemen, özellikle bunları vurguluyorum. Zira bunların üçünün ortak paydası kendiliğinden, kitlesel devrimci bir kalkışma olmalarıdır. Başta CIA olmak üzere, hiçbir istihbarat örgütünün raporuna ne önce nede sonra girmemiş olması, hedefi, kitleselliği öngörülemediğinin, tasarlanmadığının en açık kanıtıdır. Gerçekten de başta ABD olmak üzere bütün bu yönetimler zamansız ve hazırlıksız yakalanmıştır. Çünkü bu yönetimlerin hepsi Suriye ve kısmen Kaddafi hariç, hepsi ABD’nin zaten işbirlikçisiydi. Durup dururken ABD’nin tümünü devirmesi için ciddi bir neden yoktu. Bunlar İsrail’i tehdit etmiyordu, ABD’nin kendi yaşam çıkarlarını bu bölgede tehdit etmiyordu. Dolayısıyla bu hareketler halkın bağrından, içinden çıkmış devrimci halk hareketleriydi. Bu üç örnekte ABD ve bütün Batılı ülkeler olayların gerisinde kalıp sürüklenince, dizginleri yeniden ele almak ve hareketleri manüple etmek amacıyla hepimizin bildiği, izlediği gibi Libya’ya daldılar ve NATO’nun önderliğinde Kaddafi yönetimini yıktılar. Hatta Libya’da bir devrim yaptıklarını, demokrasiyi kurduklarını iddia ettiler. Tabii ki bu ektikleri rüzgarın bir fırtına olarak şu anda kendilerine nasıl döndüğünü hepimiz izliyoruz. Özellikle bir film gösteriminin ardından başgösteren olaylarla birlikte başta Amerikan elçisinin orda öldürülmesi ve birçok ülkede devam eden olaylar oldukça anlamlıdır. Libya’da dizginleri ele alan ABD, şimdi genel olarak, diğer ülkelerdeki hareketleri de manüple ederek yarım asırdır bu bölgede devam eden Filistin-İsrail çatışması ana eksenini değiştirmeyi amaçlamaktadır. Peki, sorulabilir,şu anda ana çelişki nedir? Yani eğer düne kadar Filistin-İsrail çatışması ve İsrail-Arap çatışması ve buna ilişkin onlarca Ortadoğu plan ve projesi sunulmasına rağmen bu başarılamadı. Şimdi gerçekten bu olup bitenler, gene Ortadoğu’nun bir projesi, bir uzantısı olarak mı devam ediyor. Yani ABD’nin yine kadir-i mutlak bir biçimde kendisinin öngördüğü plan ve proje çerçevesinde mi sürecek? Hayır, asla böyle bir gelişme sürmüyor Ortadoğu’da. Libya’da evet istedikleri, Kaddafiyi ele geçirdiler, istediklerini yaptılar. Libya’yla Suriye ve benzerlerine bir mesaj verildi. Suriye’deki olup bitenler, genelde oluşan iklimin bu ülkeye yansımasıdır. Ortadoğu’nun genelinde oluşan iklim, yani halk hareketlerinin kendi haklarını ele alma iklimi, Suriye’de de etkisini gösterdi.Bu Suriye’nin şu ana kadar geçmiş tarihindeki aykırı politikalarının bedellerini ödeme anlamına da geliyor. Ortadoğu’nun haylaz çocuğu. O ailenin sürekli itaat etmeyen, karşı duran, reddeden. Esad, yönetimi süresince Amerikan mallarını boykot etmiştir. Her türlü ambargolara rağmen kendini idame ettirmiş ve giderek Arap dünyasında saygın bir yer edinmiştir. La nasır bela Mısır (Mısırsız zafer olmaz) halk deyimi, Mısır için söylense de, Mısır Camp David anlaşmasına imza atmasıyla Arab dünyasındaki rolü ve öncülüğünü Suriye’ye kaptırmıştır. Filistin davası meselesinde Mısır gerçekten geriye düştü. Suriye Arap ülkelerinin bütünündeki ulusal kurtuluş hareketleri, komünist partileri, taa Latin Amerika ülkelerine kadar ne kadar kurtuluş hareketi varsa, gelip Suriye’de üstlenmiş olmasının getirdiği bir ağırlığı tüm Arap dünyasında hisettirmiştir. İkincisi, son dönemlerde 2006’daki İsrail’in Lübnan’a saldırmasında, Hizbullah’ın ve diğer devrimci komünist güçlerin direnişi karşısında geriletilmiş olmasında, Suriye’nin ciddi bir fonksiyonu olmuştur. Bunun haricinde Gazze’deki savaş meselesi: 2008 de, öncesi, 2003’te Irak işgalinde ABD’ye karşı bir tutum almış olması Suriye’nin ve kendi topraklarını ABD’ye karşı mücadele edebilecek bütün güçlerin geçiş noktası haline getirmiş olması, 2 milyon Iraklı’yı kendi ülkesinde mülteci olarak kabul etmesi ve Filistin Direniş Hareketlerinin bütününün Suriye toprakları üzerinde ve kısmen Lübnan’da bulunmuş olması ve tabii ki demin belirttiğim bütün ABD’den gelen projeleri reddeden, barış karşılığında, işgal edilen topraklar istemiyle ortaya çıkarak, İsrail’e “biz barışmaya hazırız ama başta işgal ettiği topraklarımızdan çekilsin, bunun karşılığında biz İsrail’le ilişkileri normalleştiririz” anlayışı temelinde yaklaşmış ve bundan geri düşmemiştir.Tabii bu tutumun Suriye için getirdiği ciddi bir tehlike oluştu. Ortadoğu’da devrimci hareketlerin, mukavemet hareketlerinin, İsraile’e karşı güçlerin bir nevi ortak platformu haline geldi. Tabii ki Hizbullah’la bir ittifaka girmiş olması, İsrail karşısında onu desteklemesi, İran’la stratejik bir anlaşma imzalamış olması ve demin belirttiğim Filistin hareketlerinde başta Halk Cephesi, Demokratik Cephe,  Filistin Kurtuluş Örgütü’nün sekiz örgütünün kendi topraklarında bürolarını ve çalışmalarını sürdürüyor olması İsrail’i ciddi şekilde rahatsız ediyordu. Hiçbir Arap ülkesinde bu konumda değildi. Peki Suriye dışa karşı böyleyken, içe karşı kendi halkına yönelik politikası neydi? Kendi halkına karşı, azınlıklara karşı politikası neydi?

Başta Suriye Baas Partisi’nin yönetimde tek partili bir sistemle yönetilen bir ülke. Bu sistem öyle bir şey bulmuş ki kendine, bir İlerici Vatan Cephesi kurmuş. Bu İlerici Vatan Cephesi, içerisinde 2 tane Komünist Partisi de dahil 8 partiden oluşmaktadır. Bu partilerin her birinin Parlamentoda şu ya da bu şekilde temsili var. Mesela Komünist partilerinin her birisinin 4 milletvekili, birer bakanı var. Önceki hükümetlerde, şu anı konuşmuyorum, Esad döneminde İlerici Vatan Cephesi hakimken, tabii ki bugün itibariyle bu ülkeyi yöneten hala tek bir partidir. BAAS Partisinin ve korporatif biçimde oluşturmuş olduğu devletin diktatöryal bir yönetim biçimi var. Ama öyle bir diktatörlük ki, kendi adıma söylüyorum, dünyada eşi görülmemiş bir diktatörlük. Siyonizme karşı duracaksın, Filistin Direniş Hareketini destekleyeceksin, tüm ulusal kurtuluş hareketlerini kendi ülkende barındıracaksın, yeri geldiği zaman sen İsrail’e karşı tutum alacaksın ve ABD’yle ilişkileri reddedeceksin, bütün mallarına boykot koyacaksın, kafa tutacaksın, çevrendeki Saddam Hüseyin’e karşı Kral Hüseyin’e karşı kafa tutacaksın, bunlarla da düşman olacaksın. Suudi Arabistan’la ve diğer tüm Körfez ülkeleriyle ilişkilerin iyi olmayacak. Ama içerde halkını diktatörlükle yöneteceksin; bu nasıl çelişki bilinmez.

Son 10 yıldır, Beşer Esad’ın gelmesiyle birlikte, birtakım tabii ki vaatler oldu. Bu BAAS Partisi’nin kongresi gerçekleşti ve esas itibariyle burada ciddi değişimler olacağı vaatleri oluştu. Fakat bunlar gerçekleşmedi. Yani artık tüm dünyada esen o liberal rüzgarlar Suriye’ye de geldi dayandı. Ve Beşer Esad, tabii ki bu değişimlerin serbest piyasa ekonomisine doğru gittiğini bilyor ve savunuyordu. 10 yıl süren bir liberalizm politikası serbest piyasa sonucu, inanılmaz bir sınıfsal ayrışma, dökülme, ötekileşme, yoksullaşma getirdi. Şimdi kimilerine göre dıştan baktığın zaman, ya Alevi devletidir, dolayısıyla Aleviler orada çok ciddi refah içerisinde yaşıyorlar, ama diğerleri itiliyorlar, böyle bir durum yok. Beşer Esad’ın kendisi Alevi, eşi Sünni. 22 bakanının 18’i Sünni, Genel Kurmay Başkanı Sünni ve sayabileceğim onlarca devlet kurumunun başkanı Suünidir. BAAS Partisi’nin hakimiyeti söz konusu. Bu durum karşısında, liberal politikadaki yıkımlar Arap Baharı’nın bütün Ortadoğu’ya yayılmasıyla örtüştü. Ve burada insanlar haklı olarak kendi hak ve özgürlüklerini elde etmek uğruna, yani bir dernek kurmak, cemiyet kurmak, bir parti kurmak, basın-yayın çıkarmak ve buna benzer haklarını elde etmek için mücadeleye soyundular. Sokaklara çıktılar, barışçıl, demokratik bir değişimi öngören bu kitleler hareketlenirken; aynı anda ABD’nin ve Avrupa’nın ve başta suskun gibi duran, biraz sonra onun rolüne değineceğim, İsrail’in bu iklimi, bu fırsatı çok iyi değerlendirmesi gerekiyordu ve öylede yaptı. Gerçekten. Benim şahsen tanıdığım on yıllardır Türkiye’de mülteci olan, 1980’lerde Müslüman Kardeşler’in ayaklanmasından kaçıp burada mülteci durumda olan Suriyelilerin toparlanmaya başladı, Fransa’dakilerin, Belçika’dakilerin ve diğer Arap ve Körfez ülkelerinde ikamet eden bütün Suriyeliler bir anda toparlanmaya başladı. Halkın barışçıl, demokratik istemlerinin yükseldiği bir anda silahlar patlamaya başladı sokaklarda. Binlerce, onbinlerce insan sokakta vardı. Tabii ki yönetimin bu gösterilere hoşgörüyle bakmadığı biliniyor ama İslami radikal güçlerin de istismar ettiği de açıktı. Bildiğimiz demokratik anlamda deney ve pratiği olmayan yönetim, bunu başta sopayla, copla karşılamaya başladı. Fakat ne zaman silah kullanılmaya başlandıysa yönetim de şiddetini arttırarak karşılık vermeye başlamıştır.Kısa bir süre içinde Irak’tan 15.000 El-Kaideli militan, bunlar sözümona daha önce yine Suriye toprakları üzerinden Irak’a, ABD’ye karşı savaşmak üzere gitmişti, bunlar geri dönmeğe başladı. Bizim ülkemizdeki balayı, hepimizin bildiği Tayyip Erdoğan-Esad balayısı da bitti, çünkü o da aslında planlıydı. Plan şuydu: Ya Erdoğan siz ne yapıyorsunuz Suriye’yle? Geçmişte bize bu kadar zarar veren bir ülkeyle, siz, bir NATO ülkesi olarak nasıl bu denli ahbab olabilirsiniz? Pasaportları kaldıracak kadar ileri gider, vizeleri kaldırırsınız? Erdoğan’ın da ABD’ye bir taahhüdü vardı. Suriye’yi kazanacağız. Suriye’yi hem İran’dan, hem Hizbullah’tan kurtaracağız ve Suriye artık bir Batının ülkesi, kanunları var, anayasasını değiştirdi. Ve gerçekten bu yönde değişiklikler vardı, bahsettiğim liberalizm rüzgarı çok hızlı bir biçimde gelişyordu. Ben şahsen on yıllarca o bölgelerde kalmama rağmen, 5 yıllık bir aradan sonra şaşırmıştım. Sokaktaki o teknolojik değişimler, o son model arabaların girmiş olması beni şaşırtmıştı. Ama sonradan öğrendik ki, gerçekten burada sadece biz şaşırmamışız, Suriye halkının kendisi de şaşırmış zaten bu gelişmelere. Şimdi bu taahhütler karşısında tabii ki, belirli istemler oldu, dayatıldı bunlar son olarak, var elimizde. Sen Hizbullahla olan ilişkileri keseceksin, iki İran’la ilişkileri keseceksin, üç Filistinli, özellikle aşırı örgütlerin liderlerini kendi topraklarından kovacaksın, dört Irak’tan, malıyla birlikte sığınmış olan insanları vereceksin ve bunların mallarını iade edeceksin. Daha önemlisi, İsraille masaya oturacaksın. Şimdi bu şartlar karşısında ne istiyorsan biz hazırız, Katar’ın 30 milyar dolar masaya koyduğu iddia edilir. Fakat Suriye, “bütün bunları ben yaptıktan sonra Suriye olmaktan çıkarım” anlayışıyla, bunları reddetti. Reddedince zaten bizim AKP’nin liderleri ve Davutoğlu harekete geçtiler ve yavaş yavaş, seslerini yükseltmeye başladılar. Buradan başladı olaylar.

Şimdi Suriye’de gelinen bu sürecin, bu kadar uzayacağını tahmin etmemişlerdi. Suriye’nin ordusuyla, istihbarat örgütleriyle, halkıyla, halkının 50 yıldır anti-siyonizm, anti-emperyalizm kültürüyle yetiştirilmiş olmasının, artı 50 yıldır geçmiş sosyalist kampın bütün ülkeleriyle son derece ciddi ticari, eğitim, sağlık her alanda çok ciddi köprülerinin kurulmuş olması, o toplumda gerçekten bir ulusal kimliğin bina edilmesi ve anti-emperyalist, ilerici bir toplumsal dokunun varlığı inkar edilmeyecek derecede olduğunu hesap etmemişlerdir. Bunu çok kısa sürede, tabii emperyalistler, dışarıdan soktukları militer güçlerle, destekledikleri Selefiler, Vahabiler, Müslüman Kardeşler, El-Kaide üyeleriyle sorunu çözeceklerini varsaymışlardır. Bu dört ayrı grup tamamiyle dış destekli militer güçlerdir. Bunların geldikleri ülkeler Tunus, Libya, Afganistan daha sonra Çeçenistan. bütün bunların esas kampları Libya’dadır. Özellikle Kaddafi gittikten sonra oradan eğitilip getirilmektedir. Biz bunlara çok şahit olduk. İstanbul, Ankara’dan uçağa bindiğiniz zaman Antakya’ya, dikkat edin, mutlak surette o uçakta en az on farklı insan görürsünüz. Bunlar Suriye’ye gitmek üzere gelmişlerdir. Bunlar normal pasaportlarıyla gelenler. Bir de İskenderun Limanı’ndan gemiyle gelenlerinin haddi hesabı yoktur. Sınır kamplarında da gezen, dolaşan, bunları gören bir insan olarak çok daha farklı biçimde müşahade ettim. Tabii ki, bu çatışmaların, bahsettiğimiz Arap Baharı ile içerdeki gerçek anlamdaki demokrasi açlığının varlığının örtüşmesi sonucu, emperyalistlerin ve işbirlikçi bütün bölgedeki güçleri kullanarak Beşar’I devirmeye çalışması son derece önemlidir. Ve ciddi bir şekilde sıkıştırmıştır.

Demokrasi adına sokaklara çıkan kitleler nereye gitti. Silah patlayınca bu kitlelerin büyük bir kesimi geri çekildi, evine kapdı. Üçüncü Cephe diye ortaya çıkan Suriye Kurtuluş ve Değişim Cephesi, Ulusal Koordinasyon Komiteleri, Halk Komiteleri, tahmin edemeyeceğiniz kadar geniş bir alanı tutmakla birlikte ne yönetimi ne de silahlı güçleri desteklemektedir. Suriye’de şu anda tam bir anarşi yaşanıyor. Farklı amaçlarla yüzlerce yeni örgüt türemiştir. Çete, mafya, fidye için örgütlenmiş gruplar, mal-mülk, soygun yapanlar, bütün bunlar işin içine karıştı, tabii ki. Özgür Suriye Ordusu denilen ordu aslında Türkiye’nin desteğiyle Antakya’da oluşturulan bir ordu. Öyle bir ordu Suriye’de yoktu. Gerçekten bunlar değişik devşirme insanlar ve ordudan kaçmış insanların oluşturduğu bir ordu. Şu ana kadar hiyerarşisi, böyle olan bir ordu yok ortada.Yani Suriye’nin bütününde savaşan bir ordu konumunda değildir. Özgür Suriye Ordusu ismi altında en az 15 örgüt var, bu isimle hareket ediyor. Ben en son geçen ay da ordaydım. Filistin mahallelerine gittik, burada, 12-15 yaşlarında silahlı güçler önümüzü kesti ve önümüzdeki bir arabaya el koyarak kaçırdılar, hatta bir kişiyi vurup öldürdüler. Biz deyim yerindeyse tüydük .Kaçırılan, el konulan, tahrib edilen arabaların haddi hesabı yok. Kuyumcular ya kaçırılıyor ya da dükkanları soyuluyor. Subaylar, bürokratlar kaçırılıyorlar, milyonlarla fidye isteniyor Bu tarzda yüzlerce grup var her kentte. Ama bunun dışında ciddi bir biçimde gerçekten silaha sarılmış (bir grup var) ve stratejik olarak bölgeleri Şam, Halep gibi kentleri ele geçirmeyi hedeflemektedirler. Özellikle, Şam ve Halep, en son bu çatışmalara katılan iki büyük kent. Bu iki büyük kentin yanında, Ermeniler, Aleviler, Kürtler, Dürziler, İsmaililer, bunlar bu silahlı çatışmalara katılmadı. Halep ve Şam burjuvazisi de bir bütün olarak en son ana kadar, şu anda bile yeni görüştüğümüz Halep’teki aydın insanlar diyorlar ki, Halep’te çatışanların, biz % 5 diyoruz, hadi siz % 10 deyin, yerli insan olarak çatışmalara katılan, bunun haricindekilerin tümü Türkiye, Irak , Ürdün ve Lübnan üzerinden gelen kişilerdir. Şunu da bilmek lazım, tabii Suriye’nin hiçbir sınırında ne tel örgü var, ne mayın var, ne de koruma var, asker yok. Her alandan geçme şansınız var. Dolayısıyla bu güçler en fazla Türkiye sınırını kullanmaktadırlar. Başından beri Türkiye bir taraf olarak savaşın içindedir. Bu gerçeği bütün Suriyeliler, bütün Arap dünyası bunu çok iyi biliyor. Tayyip Erdoğan’ın Suriye halkı nezdinde resmi tersyüz oldu. O Davos çıkışı, Marmara Gemisi’ndeki saldırıyla ilgili o İsrail’e karşı tutumun, tehditlerin hiçbir eseri kalmamıştır. Muhalifler de memnun değiller. Muhalifler de şunun için memnun değiller. Diyorlar ki, bize o kadar şey vaat edildi ki, göçmenlerimize en azından orada iş, güç, para, villa, ev gibi her türlü vaatler yanında ayrıyeten bize ciddi silah desteği, bir tampon bölge vaadi var. Bu tampon bölge de oluşmadı. Dolayısıyla biz korunamıyoruz. Elimizde güçlü anti-tank ve uçaksavarlar yok. Bunun için Erdoğan’a küfrediyorlar. İçerdekiler, dışarıdakiler birbirlerini suçlayıp duruyor, yer yer de çatışyor ve ayrılyorlar. İstanbul, Ankara ve çeşitli kentlerde yaşayan siyasi yöneticiler giderek karamsarlığa düşer duruma gelmişlerdir. Bu durum karşısında öyle bir yere geldi ki çatışmalar, Aleviler bildiğiniz üzere % 14 civarında bir nüfus, Hıristiyan kesim, Ermeni kesim yine bu düzeyde, 12-14 yüzde olarak var. Bunun yanında Kürtler % 10’u oluşturuyor, Dürziler % 5, Türkmenler % 5, Türkmenler tabii Türk diye kendi tarafına kazanmayı başardı büyük oranda ve birlikte hareket etmeye başladılar. Şimdi Suriye’nin geneli üzerinde bu çatışmalara, gelişmelere, genelde dışarıdan baktığımız zaman, bu çatışmaların nasıl bir gelecek vaat ediyor, ya da nasıl bir program hedefiyle bu güçler ayağa kalkmış durumda. Buna baktığınız zaman yine TV’lerde izlemişsinizdir, şu ana kadar hiçbirinin sanırım, demokrasi, barış ya da demokratik hak ve özgürlükler şeklinde bir talebi olduğu görülemez. Kürtleri bir tarafta tutacak olursak, tek bir slogan var: Allah-u Ekber sloganı. Bunun haricinde hiçbir şey duyamazsınız. Bu sloganın kendisi aslında nasıl bir Suriye istendiğinin çok açık bir işaretidir. Yani bu kalkışma ne Tunus, ne Mısır kalkışmasına, ne de 6 ay süreyle milyonlarca insanın sokaklarda yatıp kalktığı Yemen kalkışmasına benziyor. Oralarda, sokaklarda, devrimci, liberal, sosyalist ve her akımdan insanları bulabilmek mümkündür alanlarda. Demin bahsettiğim Selefiler, El-Kaideciler, Vahabiler ve Müslüman Kardeşler, bunun yanı sıra ne kadar insan devşirebilirdilerse Suriye’nin o yoksulluk, dışlanmışlıklardan kaynaklanan, yıkımlardan, sınıfsal ayrışmalardan mütevellit müritleri içlerine bir şekilde katmaya başladılar. Muhafazakar bütün kırsal kesimleri özellikle ele geçirmeye başladılar. En son, Halep’i stratejik bir il olarak seçtiler. Şam’ın kent merkezi de gayet normal, fakat kırsalında ya da varoşlarında muhafazakar semtler de bu insanların elinde, birçok yeri ele geçirmiş durumdalar. Tabii ki yönetim bir taraftan vuruyor, bir taraftan tutunmaya çalışıyorlar. Fakat şehir merkezlerinin bütünü aşağı yukarı yönetimin elinde olmakla birlikte, kırsal kesimlerin büyük bir çoğunluğu aşırı dinci silahlı güçlerin elindedir. Halep’in kırsal kesimi de öyledir. Cilvegözü kapısından geçtiğiniz zaman, Halep’in yakınına kadar, elinizi sallaya sallaya gidebilirsiniz. Devletin güçleri yoktur. Fakat Halep’in şehir merkezi, hala yönetimin elindedir.

Meselenin geldiği nokta itibariyle bir pat durumunun yaşandığını söyleyebiliriz. Yani silahlı güçlere dış destek sürmesi durumunda, yer yer yönetim tarafından vurulmakla birlikte, yokolmaları mümkün değildir. Bunların bulundukları esaslı yerlerden tamamiyle yok edilerek bitirilmesi, mümkün değil. Ama tersi de doğrudur. Türkiye istediği kadar destek versin, bu şekliyle, iktidarı alaşağı etmeleri mümkün gözükmüyor. Peki bu durumda bir dış müdahale olasılığı var mı? Bu da gözükmüyor. Gözükmüyor çünkü, bölgenin bütününü yakacak bir girişim olacağını söyleyebilirim. Bugün yalınızca, Lübnan’daki bir Hizbullahın bile kuşatılması ya da orada vurulmaya kalkışılması, aynı şekilde fitili yakacak ve bölgenin tamamını ateşe verebilir. Bu durumda dış güçler, bölgedeki güçler ve ülkenin içerisindeki çatışan taraflar ciddi bir denge oluşturmuşlardır. Birinin diğerini gözetmeksizin hareketi halinde savaşın nasıl ve nerede duracağını kimse kestiremez. ABD, Avrupa, Türkiye ve diğer Körfez ülkeleri, vs. bütün desteklerine rağmen, asla Rusya’nın oradan çekilme şansı, olasılığı yoktur. Ben şahsen en fazla bunun üzerinde durdum, araştırdım, çok insanla görüştüm. Hayır Rusya ordan kolay kolay çekilmeyecek. Orada çok ciddi çıkarları var, geleceğe dair çok ciddi hesapları var. Suriye’de bastığı bu topraklardan ABD’nin herhangi bir vaadi karşılığında, geri çekilmesi sözkonusu değil, kimse de beklemiyor. Peki İran yönetiminin Suriye’yi satma durumu var mı? İran’ın da Suriye’den vazgeçmesi beklenmiyor. Çünkü Suriye halkasının kopması halinde, sıranın kendisine geleceğini çok açık ve net görebilmektedir. Hizbullah hesabı yapılan bir güç. Sessizce beklese de, Suriye yönetimini destekliyor. Fakat bunu açıktan söylemiyor. Çünkü İsrail var. İsrail şu anda pusuda yatıyor. İsrail’e göre güzel şeyler oluyor, fakat bununla yetinmiyor. Evet güzel şey. Zira Filistin davası gündemden düştü. Kimse Filistin davası yada İsrail’in işgalleriyle uğraşmıyor. Hamas’ın kendisi bile Katar’a taşınarak İsrail dostlarıyla kucaklaşmıştır. Onun Şam’dan çekilmesi başlı başına geri bir adımdır. En azından şimdi Mısır’daki Muhammed Mursi’ye sığınmış olması, İsrail’i rahatlattı, Gazze açısından. İsrail’in sevindiği ikinci bir nokta, Suriye yönetiminin ciddi bir şekilde içerden zayıflatılmış olmasıdır. Artık eskisi gibi bütün güçleriyle toparlanıp İsrail’in karşısında durabilecek, ya da Lübnan’da rol oynayabilecek bir konumda olmadığını, ciddi sorunları olduğunu görüyor. Aslında İsrailin bu suskunluğu hayra alamet değildir. Fırsat kolluyor, son darbeyi indirmek için. Ama bu fırsatın gelmeyeceğini düşünüyorum. Çünkü kalkışacağı bir saldırının gerçekten bölgenin bütününü yakacak bir darbe olacağı çok açık ve net.

Buradan hareketle, bu karşılıklı denge durumu, pat durumunun yaşanması karşısında, beliren başka işaretler var. Siyasi çözüm önerileri. Siyasi çözüm önerilerine başından beri sıcak bakan, Suriye’de tam 24 örgüt var. 24 örgüt siyasi çözüm için bir araya gelerek yalınızca iki madde ileri sürmüştür. Hatta iki gün önce bir toplantı yaparak basın açıklamasını Şam’da yaptılar. 1. maddeleri dış müdahaleye karşı duran 2- Silahlı aşırı dinci güçlerin eylemlerine karşı olan tüm güçlerin, yuvarlak masa etrafında toplanarak diyalog sürecini başlatmak istiyorlar. Bu güçler silahlı olsa bile, iki maddeyi kabul etmeleri halinde masaya oturabilecek. Bu çağrıyı yapan Ulusal Uzlaşma Bakanı’dır. Şu anda hükümetin içerisinde yer alan Ulusal Uzlaşma Bakanı’dır. “Hükümet içinde Halk Kurtuluş ve Değişim Cephesi adına muhalefet eden bir bakanım, ben bu ülkeyi kurtarmak için, bu projeyi sunduk. Hükümete dayattık, bunu kabul ettiği için biz bakanlığı aldık” (demister.) Şu anda bunların önderliğinde gerçekten, küçümsenmeyecek ölçüde silahlı güçler projeyi kabul etmiş durumdadır. Fransa’da, aydınları temsilen bulunan şahsiyetler, Mısır’da bulunan kimi güçler, Şam, Halep ve diğer kentlerde bulunan birçok güç bu çağrıyı kabul etmiş ve ilk toplantılarını yapmışlardır. Giderek siyasal barışçıl demokratik çözüm tartışılır hale gelmiştir. Başta Moskova, İran ve Lübnan olumlu tepki verirken, dörtlünün, Mısır’da biraraya gelmesi yapıcı olmuştur. Türkiye, İran, Suudi Arabistan ve Mısır Mursinin çağrısı üzerine, ilk toplantıyı yaptılar. Ondan sonra ikinci toplantı Dışişleri Bakanları düzeyinde yapıldı. Şu anda üçüncü toplantının New York’a taşınması kararı alındı. Bu açıktır ki, silahlı mücadele yerine siyasal çözüm arayışları başlamış durumdadır. Suriye’yi kurtaracak tek çözüm budur. Belki, askeri bir müdahale Suriye’yi Beşar Esad’ı yıkar değiştirir, fakat yerine asla yurtsever, antiemperyalist bir yönetimi koyamaz. Tamamiyle işbirlikçi bir yönetim gelir, Suriye de yok olur.

El-Kaideciler, Selefiler, Vahhabi ve Müslüman Kardeşler’in iş başına gelmeleri, başta Amerika’yı kaygılandırdığı için yardım konusunda Türkiye’den frene basmasını istiyor. Arkadaşlar şöyle bir hesap yaptığımız zaman, Aleviler, Kürtler, Ermeniler, Hıristiyanlar, Dürziler, yani bütün bunları topladığınız zaman % 50-55 oranında bir yekun oluşturuyor. Bunların şu anda bir seçim, bir ulusal uzlaşma halinde ve demokratik bir seçime gidilmesi durumunda asla ve asla dinci-İslamcı güçler iktidara gelemeyecek. İktidar, bütün analistlerin, bütün bu işi yakından takip eden güçlerin hesabı, bugünün Selefisinden, Vahabisine, El-Kaide’den, Müslüman Kardeşleri’ne ve zarar görmüş, ailesinden onlarca insanın katledildiği insanlar, yönetime düşmanlar şüphesiz. Bunların tümünün toplamı en fazla % 30’u bulur. % 30’luk bir güç iktidarı taşıyamaz. İktidarın belki ortağı olabilirler ama iktidar olamazlar. Dolayısıyla aslında Türkiye’nin en büyük korkusu ve Tayyip Erdoğan’ı bağırtan, sesini yükselten mesele budur. ABD’ye kızgınlığı bu noktada beliriyor. Bu kadar söz verdiniz, bu kadar ciddi bir kalkışma yaptık, ülkemizi bunların alanı, evi haline getirdik ama ortada yoksunuz diyor. Tayyib de haklı söz verilmiş çünkü, anlatacak. Suriye’de hala devrimci-demokratik, laik ve sosyalist güçlerin silahlı İslami güçlere karşı olması yanısıra, Sünni kesimin % 20-25’inin Esad’ın yanında olduğu düşünülürse Tayyib’in hesabı tutmayacak demektir. ABD bunu biliyor. Bildikleri için de işi, zamana yayarak ne kadar iktidarı zayıflatabilirlerse kardır. İsrail açısından, hem gelecekleri açısından yararlı olacaktır. Dolayısıyla dışarıdan bir darbe, bir işgal hareketi düşünülmüyor. Düşünülse bile, bunun sınırı, zararı kestirilemiyor. Şu anda seçime gitmeleri halinde Beşşar yada demokratik güçler kazanabilir. Onun için Mısır’da henüz Dörtlünün toplantısı devam ederken Tayyip Erdoğan açıklama yaptı, dedi ki; Suriye’de seçim yapacak koşullar yoktur. Bunu reddetmesinin temel nedeni demin söylediğim İslamcı güçlerin toplumdaki kabul görmeyen duruşlarıdır.

Şimdi bu noktada bir şeye daha işaret edip bitireceğim. Bizim Türkiye’de buna yönelik duruş ve toplumun genel yaklaşımı ne yazık ki, başta uzun süre Tayyip Erdoğan’ı destekler nitelikteydi, hatta laik-demokratik güçler dahi yerinden kımıldamadı. “Ya, burada bir diktatörlük var” dediler. Bir diktatörlük yıkılsın, ben de yıkılsın diyorum. Ama yerine en azından ilerici, demokratik, laik bir yönetim gelsin. Kaldı ki bu diktatörlüğün yıkılması bizim Türkiye yönetiminin işi olamaz. Yönetimin işi olur da, halkımızın işi olamaz. Halk olarak bizim bir komşu ülkenin halkına yönelik yapılan bu zulüm karşısında en azından bir ses çıkarmak, savaşa karşı dış müdahaleye karşı durmak gibi bir görevimizin olduğunu düşünüyorum. Bu savaşa karşı durmak, tabii ki sadece Suriye’de süren bir savaşa değil, içerde ve dışarda her yerde süren tüm savaşların karşısında durmak ve sesimizi yükseltmek gibi bir görevimizin olduğu açıktır. Türkiye’de devam eden savaşı onlar da biliyorlar, yakından takip ediyorlar, Kürtlerin Suriye’de bir özerklik ilan etmelerine karşı, Türkiye yönetiminin tehditlerini çok iyi anladılar. Zira Suriye’de kurulacak bir özerkliğin Türkiye’yi Kürtler lehine sıkıştıracağı biliniyor. Dolayısıyla Beşşar’ın Kürt kartını oynaması Türkiye’yi hayli kızdırmıştır. Çünkü bununla Kürtlerin, Suriye ulusal yönetimi, ya da Suriye Özgürlük Ordusu yanında yer almalarını engellemiştir. Suriye halkı Türkiye’de, Alevilerin haklarının verilmediğini, işsizliğin devam ettiğini, Kürtlere karşı savaşın sürdürüldüğünü, her baskının devam ettiği koşullarda AKP hükümetinin demokrasi dersi veremiyeceğini buna hakının olmadığını belirtiyorlar. Resmi ideolojileri gereği Arapları çağın gerisinde, anti sosyal, kültürsüz ve bilinçsiz gören anlayış, Suriye’ye ilişikin politikada iflas etmiştir. Arapların, sanıldığından da öte çıkarlarının nerede yattığını bilen, barış ve özgürlüğe susamış anti emperyalist, anti siyonist siyasal bir bilince sahip olduklarını, devrimci halk hareketleriyle göstermişlerdir. Suriye dahil, bütün Arap ülkelerinde inanılmaz bir siyasallaşma olduğunu söylemek isterim. Ve bu siyasallaşmanın karşısında, bu sürecin nereye doğru gittiğini çok iyi biliyorlar.

Son bir nokta; bu halk kalkışmalarını devrimci kalkışmalar olarak niteliyorlar.Tabii ki Suriye’de süren silahlı İslami hareketleri devrim değil karşı devrim katagorisinde görmektedirler. Devrim kavramı çarpıtılmaktadır. Çarpıtıldığının en açık kanıtı; Beşşar yönetimine karşı mücadele eden güçlerin, politikalarını, ittifak güçlerini, alın inceleyin ve programlarını görün. Bunların nasıl bir karşı-devrim ve kontra güçleri olduğunu, kimlerle ittifak halinde, işbirlikçi güçler olduğunu çok açık ve net bir şekilde görmek mümkündür. fazla uzun tuttuğum için kusura bakmayın, dinlediğiniz için teşekkür ediyorum. Daha sonra sorular olursa devam ederiz.

Dinçer Demirkent: Sayın Bereket Kar’a doyurucu sunum ve heyecanlı üslubu nedeniyle ayrıca teşekkür ederiz. Şimdi Hakan Mertcan’a sözü bırakacağım. Hakan Mertcan Ankara Hukuk Fakültesi’nde araştırma görevlisi, Türk Modernleşmesi ve Arap Alevileri üzerine tezini yapıyor. Bereket Beyin anlattığı meselenin Türkiye’deki Alevilere etkilerini anlatacak. Sözü ona veriyorum.

Hakan Mertcan: Bereket Kar geniş bir çerçeve çizdi. Ben meseleyi daha farklı bir noktadan ele alacağım. Birincisi, Suriye olayları başladığında ismi çok sık duyulmaya başlanan bir topluluk var; Nusayriler deniliyor. Suriye’deki devlet de Nusayrilik üzerinden tanımlanmaya çalışılıyor. Bu sadece Suriye içerisinde yapılan, Suriye’deki BAAS muhaliflerinin yaptığı bir tanımlama değil, bazı akademik çalışmalarda da görülen, Türkiye’deki kimi İslamcı çevrelerle birlikte, kendilerine liberal, demokrat diyen kesimlerden bazılarının da yaptığı bir niteleme. Suriye’deki devletin bir Nusayri Alevi devleti, Alevilerin egemenliğinde bir diktatörlük olduğu yönünde yaygın bir söylem oluşturulmuş durumda. Öncelikle bu Nusayrilik nedir, bunu açıklamam gerekiyor. Nusayriler kendilerini genel olarak Alevi olarak tanımlarlar. Nusayri ismi de, Arap Alevi toplumunun tarihsel önderlerinden olan Muhammed bin Nusayr’a nispetle söylenmektedir. Bu şahıs, bu topluluk için önemlidir. Topluluk kendini asıl olarak Hz. Ali ve onun evlatlarına ait öğretilere bağlı olarak gördüğü için, topluluk üyeleri kendilerini Alevi olarak nitelerler. Nusayri ismi erken dönem Şii yazarlarınca bu topluluğu tahkir etmek, aşağılamak, zındıklık ve aşırılıkla suçlamak üzere ortaya atılmıştır.  Ensest ilişkilerden tutun da toplu seks ayinlerine kadar Alevilerin geneline yapılan tipik suçlamalarla bezenmiş iftiralar Muhammed Bin Nusayr’ın ardından yürüyen bu Alevi kesimine yöneltilmiş ve bunlar, ismi Nusayri olan sapkın bir topluluk olarak yaftalanmıştır. Bu yaftanın yüzyıllardır bu halka çok ağır bedeller ödettiği bilinmektedir.

Nusayri tarih anlatımından örnek vermeyeceğim, dışarıdan, örneğin 19. yüzyılda bu topluluk içinde yaşamış bazı misyonerlerden alıntı yapacağım. Örneğin Samuel Lyde’in genişçe bir kitabı var. Bu halkın içinde bir süre yaşadıktan sonra, “ben dünyada cehennemi yaşayan böyle bir halk görmedim” demiştir. Çünkü korkunç kıyımlardan geçirilmişler, büyük katliamlar yaşamışlar, Yavuz Sultan Selim’in Mercidabık’taki seferinden sonra dağbaşlarına, örneğin Lazkiye bölgesinde Alevi Dağı denilen bölgeye mahkum edilmişlerdir. Osmanlı 400 yıl boyunca bu topluluğa ayrımcı mali uygulamalar ve sistemli biçimde devlet şiddetini göstermekten kaçınmamıştır. Şimdi tarihle sizi boğmamaya çalışacağım. Ama şunu söylemek isterim, yani bu insanlar hem Türkiye’de, Hatay’dan Mersin’e kadar olan coğrafyada, hem de Suriye’de özellikle sahil kesiminin ardından yükselen dağlarda yani Alevi Dağları denilen Lazkiye bölgesinde, Humus’un kırsal kesimlerinde yoğun olarak yaşıyorlar, ciddi çapta yoksulluk, yoksunluk ve felaket koşulları içerisinden gelmiş bir topluluk.

 I. Dünya Savaşı’nın ardından, bu topluluk Fransızların böl-parçala-yönet politikası gereğince kısmen destekleniyor ve orduya alınıyor. Diğer azınlık gruplar olan, İsmaililer, Dürziler, Hıristiyan topluluklar gibi… Ve bu insanlar zaman içerisinde orduda belli kademelere geliyorlar. BAAS hareketi de bu insanlar için oldukça çekici bir hareket oluyor. Diğer azınlık topluluklar için de geçerliydi bu cazibe, çünkü BAAS’ın görece seküler bir zemin üzerinde yükselen bir ulus çatısı altında mezhepsel aidiyetleri geri plana itebileceği fikri vardı; ayrıca BAAS’ın özgürlük ve sosyal adalet söylemi vardı. Bu topluluklar hem seküler yapı içerisinde daha rahat edeceklerine hem de sosyal adalet ilkesi gereğince daha refah içerisinde yaşayacaklarına inanıyorlardı.

Alevi topluluğun bazı önderleri, örneğin işgalin ilk yıllarında Fransızlara karşı savaşan Alevi Şeyhi Salih el-Ali, daha sonra Şeyh Abdurrahman Hayr ve BAAS’ın ruhani lideri olarak ilan edilen Zeki Arsuzi Alevilerin Suriye ulusuna entegrasyonunda önemli rol oynamışlardır. BAAS’ın 1963’te Suriye’de iktidara gelmesiyle birlikte bu insanlar hem medeni hayat, hem siyasi hayat içerisinde insanca yaşam olanaklarını bir nebze elde etmişlerdir. 1963’ten sonra üç büyük Alevi komutan dikkat çekiyor: Biri Hafız Esad, diğeri Muhammed Ümran bir diğeri de 1963-65 arası Genelkurmay Başkanı olan Salah Cedid. Suriye’nin bu sürecinde diğer hiziplerde olduğu gibi bunlar da kendi bölgelerinden, aşiretlerinden gelen Alevilerin ilerlemesinde önemli rol oynamışlardır. Kasım 1970’te de Hafız Esad’ın yaptığı darbe ile birlikte Alevilerin pozisyonu gerçekten güçlenmiştir. Fakat Hafız Esad’ın uzun yıllar sürdürdüğü otoriter yönetim altında sadece Alevilere yönelik kayırmacı bir politika yürüttüğünü, Aleviliğe imtiyazlar verdiğini asla söyleyemeyiz. Hafız Esad geniş bir Sünni ittifakla kendi iktidarını sağlamıştır ve bunun yanında Dürziler, İsmaililer ve Hıristiyan azınlık grupların desteğini almıştır. Ki Esad, kimi zaman Alevi subayları, kendine tehdit oluşturacak hizipleşmelere girdiklerini düşündüğünde, 71-72 operasyonlarında olduğu gibi, tasfiye etmekten de hiç çekinmemiştir. Keza 1970’te Alevi Salah Cedid ve yandaşları ağır biçimde cezalandırılmış, Cedid ömür boyu hapiste tutulmuştur.

Ben özetle şuraya geleyim: Ne Baba Esad ne oğul Esad döneminde devletin Alevi bir niteliği olduğunu, Aleviliğin devlet üzerinde bir egemenliğinin söz konusu olduğunu bize gösterecek güçlü bir delil yoktur. Alevilik, Türkiye’de olduğu gibi, orada da asla kamusal olarak görünür değildir. Yani bugün bakıldığında, Suriye’nin Vakıflar Bakanlığı’nın bir nevi bizdeki Diyanet İşleri Başkanlığı’nın misyonunu yerine getirdiği, bu kurumun Sünni İslam öğretisi üzerine kurulmuş olduğu görülür. Alevilik seçimlik ders bile değildir, asla böyle bir ders yoktur. Okullardaki eğitim sisteminde de Sünnilik yer almıştır. Camilerde okutulan hutbeler asla Alevi öğretisine göre değildir.  Alevi din adamlarının, örneğin Suriye baş müftülüğünde olduğu gibi bir resmi pozisyonları yoktur. Birkaç tanesi hariç, Alevi din adamlarını devlet tanımaz.  Alevilik, dağlarda, kırsal alanlarda, “ziyaret” olarak adlandırılan kutsal mekanlarında,  gözlerden ırak bir biçimde var olmaya çalışmıştır. Türkiye’de de böyledir, benzer biçimde orada da hep böyle olmuştur. Yani kamusal olarak orada Alevilik görünür değildir. Peki gerçeklik bu iken, aksi yöndeki söylem ne için?

1970’lerde özellikle BAAS muhalifleri, Müslüman Kardeşler tarafından, daha sonra Enver Sedat-Hafız Esad çekişmesinde Mısır’ın yükselttiği, daha muhafazakar İslamcı çevrelerin güçlü bir biçimde vurguladığı bir şeydir “Alevi devleti” söylemi. Çünkü bunu, rejimi çözmenin temel bir aracı olarak düşünüyorlardı. Geniş Sünni kesimi Esad rejiminden kopararak rejim güçleriyle çarpıştırmak amaçlanıyordu; bu, Lübnan’da görüldüğü gibi, uzun süreli bir iç savaşa neden olmak demekti. Fakat bu yönde bir durum yaratma arzusu hayata geçirilemedi, bu aşı tutmadı. Bugün de bu karta oynanıyor. Bu senaryoya, Türkiye’de de ciddi anlamda prim veren kesimler var. Kendini liberal, demokrat olarak tanımlayan bazı yazarlar bile Suriye’ye ilişkin ağızlarını açtıklarında, Nusayri diktatörlüğü, Alevi diktatörlüğü şeklinde analizler yapıyorlar. Bu söylem öyle şişede durduğu gibi duruyor mu? Asla durmuyor. Suriye’deki olayların başlamasının ardından Türkiye’de de zaten köklü bir biçimde var olan Alevi düşmanlığının yükseldiğini,  Alevilere karşı geliştirilmiş olan nefret söyleminin altı çizilerek daha da koyu bir biçimde vurgulandığını görüyoruz. Bu ilk yansımalarını aslında Anadolu’daki Alevilere yönelik bazı fiillerde gösterdi. Hatırlarsınız bir-bir buçuk yıl önce Adıyaman’da, İzmir’de ve Alevilerin yaşadığı çeşitli kentlerde, Anadolu Alevileri denilen kesimlerin evleri işaretlendi, birtakım tehdit mektupları, bildiriler bırakıldı. Tüm bunlar tesadüf değildi. Siz bir biçimde düşmanca bir söylem üretirseniz, bunun karşılığı oluşur. Bu karşılık oralarda kendini gösterdi. Bugünse daha fazla, daha yoğun biçimde, Hatay’da, Adana’da Arap Alevilerinin yaşadığı bölgelerde kendini gösteriyor.

Ben bir ayağı oralarda olan bir insanım, bir hafta önce yine ordaydım, insanlar barut fıçısı gibi, müthiş gergin. Toplumsal huzursuzluk üst seviyede. Bu insanlar Cumhuriyet tarihinde sessizliğini korumaya çalışmış bir toplum. Mümkün mertebe devlete entegre olmaya çalışmış, varlığını sükut içerisinde inşa etmeye gayret etmiş, Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm asimilasyon politikalarına sessiz bir biçimde cevap vermiş, kısmen direnebilmiş, kısmen Mersin’de, Adana’da olduğu gibi belli değerlerini, başta anadillerini yitirmeyi göze almıştır. Arap Aleviler, ülkenin genelini etkileyen devrimci dalgalanma süreçlerini dışta tutarsak, sistemle çatışmadan olabildiğince uzak, daha kendi içine kapanık yaşayan bir toplulukken, bugün büyük ölçüde politize olmuş durumdadır. Bunun çok anlaşılır temelleri var. Kendi üzerlerinde büyük bir tehdit hissediyorlar. Kendilerine yöneltilen nefretin, tehditlerin sadece söylem düzeyinde kalmayacağına ve somut olarak olumsuz bir şeylerin kendi yaşamlarında gerçekleşeceğine inanıyorlar. Yakın zamandaki birkaç eyleme değinerek, bu insanlara karşı geliştirilen tavrı anlatmaya çalışmak isterim. 1 Eylül’de Dünya Barış Günü dolayısıyla insanlar sokağa çıktılar her yerde. Hatay’da da sokağa çıktılar, fakat Hatay’da Valilik yapılmak istenen gösteriyi, basın açıklamasını engellemek istedi. Binlerce insan orada barikatları aşarak eylem yaptılar. Bu, Türk medyasında hemen manşetlere tahrif edilerek spekülatif biçimde taşındı, şimdi bu gösterdiğim manşetler büyük gazetelerin manşetleri. Birincisi Sabah gazetesi “Dikkat! Hatay’da Şebbiha Eli Var”. Şebbiha dedikleri Suriye’deki -sözüm ona- katil, kasap Alevilerden oluşan bir örgüt olarak tanımlanıyor. Yine “Esad’a destek mitingi Suriyeli örgütlerin işi” diye yazıldı. Yeni Şafak manşetlerine taşıdı, “Hatay’da Esad’a Destek İçin Provokatif Yürüyüş”. Bir tarafta Hz. Ali, bir tarafta Esad’ın fotoğrafı olan, aslında küçük bir kesim, Esad’ı destekleyen sloganlar attılar. Bu gibi haberlerin dışında Türkiye’nin “entelektüel” kesimi, geliştirilmeye çalışılan bu minvaldeki söylemi aldı ve işledi. Bunlardan biri Mümtazer Türköne. Kendisi bu tarz eylemlerin nereden kaynaklı olduğunu sorgulayarak, Suriye meselesine Türk resmi politikası dışında yaklaşanları uyarıyor,  Hatay’ı, Nusayri vatandaşları esas alarak uyarıda bulunuyor. Özetle Suriye rejiminin tutumunu olumlu bir biçimde anlatmaya kalkan, Suriye’nin tavrına sempatiyle yaklaşan herkese sormak lazım: El Muhaberat’la yani Suriye İstihbaratı ile ilişkiniz nedir? denilmekte…

Bizim Anayasamıza göre milletvekilleri bölgelere göre seçilmez, tüm milletin vekilidir ve onlardan biri Şamil Tayyar, bu eylemlerden sonra Hatay’daki “provokatör”lere seslenerek diyor ki:  “Esad’a canımız, kanımız feda pankartı taşımışlar! Defolun o zaman, hadi Lazkiye’ye! Sizi kansızlar… Bazı şerefsizler akıllarınca Lazkiye-Hatay hattında Nusayri Devleti kurmak niyetindeler! Tezgah bu! İçimizdeki hainler ise saf tutuyor!”  Bir kez daha söylüyorum, bunları taşıyan kesimler, o geniş kitle içerisinde çok fazla değil, kaldı ki ben kişisel olarak eğer bu insanlar böyle bir aidiyet duyuyorsa da bunu taşıyabileceğine inanıyorum. Sırf bundan dolayı, sırf oradaki Esad ile bir aidiyet bağı hissediyor, yıllardır İsrail’e kafa tutan, Filistin davasını sahiplenen, Lübnan’ın yanında yer alan Suriye’ye, bugün emperyalist güçlerin komplosuna ve saldırılarına karşı gösterilen dirence sempatiyle bakıyor diye, bütün bu insanları Muhaberat ajanı, Suriye rejiminin uzantısı gibi göstermek korkunç bir şey. Şimdi bu birkaç okuduğum örnek dışında, içimizdeki “hain”ler kim onu biraz daha açalım. Bir süre önce çıkan “Türkiye’den 5 bin Alevi Suriye’de!”  manşetli yazıya göre, 5.000 Alevi genç, silahlanmış ve Beşar Esad’ın yanında savaşmaya gitmiş. Bu korkunç provokatif bir şey. Bu bütün Aleviler üzerinde onları esir alabilecek, onları esir almaya yönelik bir söylem.

Gazete manşetlerinde andıklarımızın dışında, geniş bir kesim, burada saatlerce bunu anlatabilirim, gerek yok, özetle ifade ettim, bir parmak sallıyor bu halka. Yani “kendinizi bilin, yerinizi bilin, biz sizi bir şekilde asimile ettiğimiz ölçüde kabul ettik”, deniliyor; Cumhuriyet tarihinde Türkleştirmeyle ilgili bir şeyler vardı: Eti Türkü, öz Türk kardeşlerimiz tezleri. Ama kardeşlik bir yere kadar! “Biz her zaman sizin aslında Türk olmadığınızı, Arap olduğunuzu ve Alevi olduğunuzu biliyoruz. Her zaman için siz içimizde ihanete en meyilli gruplardan birisiniz” demeye getiriliyor. 3-4 gün önce Adana’da bir kamu kütüphanesinde yerel gazeteleri tarıyordum. Kütüphane müdürüyle oradaki sorumlu arasında, önce Kürtlere yönelik, bu Kürtleri nasıl şımarttık diye ırkçı bir konuşmanın ardından, “ama bütün bunların altında Esad var tabii, dikkat etmeliyiz, bu Adana’da da, Hatay’da da Esad’ın akrabası olan Araplar, Fellahlar yani Nusayriler var, Suriye ile bir şey olursa bunlar bizi her an arkamızdan vurabilir” şeklinde bir konuşma geçti. Şimdi bunlar kodlanmış, karşıdaki insan da “yıllarca bu insanlarla beraber yaşadık bir şey görmedik”, deyince, “ama bazıları asimile oldu, onlar bizim karşımıza çıkmayabilir, ama geniş bir kesim özellikle Hatay’dakiler çok bağnazdır ve bunlar asimile olmuş da değildir ve bunlar her an bizim içerimizde ihaneti kollayacak bir kesimdir” cevabı geldi. Bu gibi konuşmalar artık şaşırtmıyor bizleri. Bütün bu kesimlerin tavrından, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olan geniş bir nüfusu, hain olmakla, Suriye’dekilerin uzantısı, el-Muhabarat’ın, Şebbiha’nın kolu olmak şeklindeki suçlamalarla karşı karşıya bırakan bir yapı ortaya çıkıyor. Bütün bunların meramının halim-selimliğiyle bildiğimiz Dilipak’ın Temmuz sonunda yazdığı bir yazısında, çok net bir biçimde konulduğunu görüyoruz.  Özetle diyor ki, Suriye rejimine destek verenler ağır bir bedel ödeyecekler, “bunlara inanan Nusayriler için de gelecek günler geçen günleri aratacak”tır. Kendi ifadesi bu. Bence de bu mümkün. Doğru söylüyor. Ama durduğumuz yer, baktığımız yer aynı değil. Bugün bu toplum daha geniş olarak bütün Alevi toplumuna söylenen bu. Bugününüzü de arayacaksınız. Kendinizi, yerinizi bilmezseniz, haddinizi bilmezseniz gelecek sizin için karanlık, o sallanan parmak bunu söylüyor.

Yeşilpınar diye bir belde var Hatay’da, orada bir Barış Festivali yapıldı. Türkiye’den onlarca aydın, sanatçı oraya katıldı. Kısa kısa konuşmalar yaptılar, Türkiye’nin Suriye politikasını eleştirdiler, savaş karşıtı mesajlar verdiler vs. Bu konuşmaların ardından, festivali, katılımcıları hedef alan bir kampanya başladı. Neymiş, Suriye’nin oyunlarına alet oluyorlarmış, Türkiye’yi zor durumda bırakmak üzere hareket ediyorlarmış vs. Söylem düzleminde bunlar gibi çok şey üretiliyor, birçok örnek verilebilir, fakat uzatmayayım. Eylem düzleminde de, Antakya’yı gezin, birçok örneği gözlerinizle görürsünüz. Antakya uçaklarında, El-Kaideci tip dedikleri kafalar tıraşlı, uzun sakallı, iri yarı adamlara rastlamak vaka-i adiyeden. Ben de hakikaten gittiğim uçakta gördüm. Devlet hastanelerinde yoğun bir biçimde Suriyeli “muhalif” denilen yaralılar var, onlara öncelik tanınıyor, bunlara tanıklık ettim. Oradaki bir dostum yakın bir arkadaşının başına gelen bir olay anlattı: Bir Alevi doktor diyor ki, bir ameliyata girdim, vurulmuş Suriyeli “muhalif” denilen insanlardan biri, narkozun etkisi geçti, konuşmaya başladı, kısa süre sonra bana ‘Sen Alevi misin?’ diye sordu. Ben de ona ‘ne ilgisi var’ diye sorduğumda, ‘sen söyle Alevi misin?’ diye ısrar etti . ‘Evet Aleviyim’ dediğimde de, ‘git buradan, defol, beni Alevi doktora vermeyin’, şeklinde bağırdı, çağırdı. Bu basit bir örnek. Katıldığım bir panelde anlattılar. Gecenin on buçuğunda iki tane bahsettiğim El-Kaideci denilen tip, Serinyol’a gelmiş, Serinyol’a akşam 9-10’dan sonra minibüs olmaz. Nerden geldiklerini, nasıl geldiklerini sorduklarında bir gerilim yaşıyorlar ve birbirlerine giriyorlar. Buna benzer olayların farklı Alevi yerleşimlerinde de meydana geldiğini dinledim. Antakya çevresinde sadece Aleviler değil, oranın yerli Sünni halkı da -bazı radikal kesimleri hariç- bu olaylardan bezmişler. Yani geliyorlar dükkana, alışveriş yapıyorlar ama para ödemiyorlar, otobüse biniyorlar para ödemiyorlar. ‘Hesabı Tayyip Erdoğan ödesin’ şeklinde bir söylemleri var. Çünkü o kadar vaatlerle getirilmişler ki… Kamplardan çıkıp, şehir merkezinde istedikleri gibi gezebiliyorlar, bazı tanıkların anlatımlarına göre silahlı bir biçimde şehir merkezine gidiyorlar, hatta Alevilerin yoğun olduğu semtlerde dolaşanları var, arabalarla “Özgür” Suriye Ordusu’nun bayraklarını sallayarak provokatif geçişler yapanları varmış.

Şimdi bütün bunlar bize şunu gösteriyor. Hakikaten hem ülkemizin genelinde, Alevilerin yaşadığı çeşitli yerlerde, ama özelde de şu an en kırılgan bölge halindeki Hatay’da bence vahim olaylar meydana gelebilir. Bu dengeler bir kere bozulursa, hani, medeniyetler ittifakı, hoşgörü kenti Hatay vb. diyorlar ya, oradaki hassas hatlar kırılmaya başlarsa, orada oturmak, yaşam çok güçleşir. Bilenler bilir, Hatay için biraz Beyrut benzetmesi yapılır. Biliyoruz ki Beyrut’ta, Lübnan’da yıllarca süren iç savaşı toplulukların mahalle mahalle ayrıldığını, mahalle mahalle birbirleriyle çatıştıklarını, bilmiyorum Bereket biraz daha iyimser ve katılmadığımdan değil, buraya bir dış müdahale nihayetinde olur mu, ben çok bunu kestiremem. Fakat dış müdahale olsun olmasın, Türkiye aldığı pozisyonla zaten içindeki bu kaynamayı uzun zamandır 17-18 aydır başlatmış durumda ve Hatay gibi, Adana gibi çok kültürlü-çok kimlikli yerlerde bu kaynama bir çatlamaya neden olur, buralarda yaşayan farklı toplulukların birbirine girmesine neden olur. Çok ciddi bir felakettir bu. Bunun önüne geçmek hepimizin insani görevidir, diye düşünüyorum.

Dinçer Demirkent: Meselenin yakıcılığı çok açık, çok ortada. İki konuşmacının konuşması da durumun vahametini ortaya koydu. Muhtemelen tartışma kısmında bu vahamet konuşulacak. Ben tartışmadan önce bir şeye, Mülkiye için özel bir acıya değinmek istiyorum. Bugün Kurthan Hoca’nın cenazesini kaldırdık, burada anmak istiyorum.

Dilşat Önoğlu: Öncelikle iki konuşmacıya da çok teşekkür ediyorum. İkisi de bana göre olumsuz bir tablo çizdi. Konuyla gazetelerden okuduğum kadarıyla ilgiliyim. Onun için aydınlandım. Bereket bey şöyle bir şey söyledi. Anladığım kadarıyla gerek çoğunluk Beşer Esad’ı desteklediği yolunda bir izlenim edindim. Diğerlerinin de parça parça, hükümete karşı bir gücün olmadığını gördüm. Beşer Esad zaten bir açıklamasında tek şartla ayrılırım dedi. Seçim olur da seçilmezsem diye kendince demokratik bir çözüm önerdi kendince. Ama siz diyorsunuz ki orda çok parti yok, tek parti var. Seçim olursa, alternatif ne olacak. Bizim anladığımız anlamda bir demokratik sistem yok. Yani bu da bir kaosa yol açacak. Tekrar Beşar Esad kalıp orda, aynı düzeni kalsa bile, bir ateş düştü. O asla bir çözüm olmayacak. Dışarının istediği nedir. Onu tam şey yapamıyorum. Dışardakiler farklı bir çözüm, sayın Başbakan da seçim olmaması yönünde. Herkesin bu sürecin böyle kaos şeklinde devam etmesi, yıpranması doğal bir çözüm, içinden birisi çıkacak belki, dışarının da desteklediği, ya da hiç bilmediğimiz desteklenen bir şey var. Yani çözüm göremedim, tam bir kaos gibi. Sizce ne olabilir?

Bereket Kar: Belirttiğiniz doğru, tam bir kaos var, ben de buna işaret ettim. Şimdi orada Beşer Esad’ın bu şekliyle ya da bu ülkeyi yeniden ayağa kaldıracak güçleri yan yana getirecek bir misyonu kalmadığını belirtmek lazım. Yapılacak bir seçimde de bahsettiğim çoğunluk asla Beşar’ın kalmasını isteyen bir çoğunluk değil. Yeni bir yönetimin oluşmasını, demokratik çoğulcu bir yönetim oluşmasını istiyorlar. Şu anda Suriye’de kurulu yeni 18 tane parti var. Ve bu partiler, en azından 5-6 tanesi Marksist, sosyalist partiler, Arap sosyalistleri, Baasçılar, Nasırcılar, Suriye Ulusal Sosyal Partisi, sayabileceğimiz kadar bütün akımları temsil ediyor. Aşuriler bile 4 tane parti kurmuş durumdalar, ya da platform. Kürtlerden bahsetmedik zaten Kürtlerin 13 tane partisi var. Kürt Ulusal Konseyi’ni oluşturmuş şu anda kendi bölgelerini denetliyorlar. Dolayısıyla bahsettim ben, mutlak surette bu aşamadan sonra Esad’ın kalma şansı yok. Yani Esad askeri süreç devam ettiği sürece kalabilir. Çünkü destekleyen devlet erki var, ciddi bir devlet erki var. Bu muhalif, demokratik değişim güçleri Esad’ı desteklemiyor. Esad sonrası yeni çoğulcu demokratik bir seçimi, bir yapıyı destekliyorlar.

Ben bir cümle daha eklemek isterim. Orada Alevi devleti kurulabilir mi? Tartışmalar yapılıyor, dikkatler çekiliyor. Arkadaşım izah etti, Alevilerin Türkiye gibi ne kendi örgütlenmeleri var, ne de Cemevleri var. Ne vakıfları, ne de kendilerini ifade edebilen hiçbir örgütleri yok. Aleviler varolanların bütünü ya BAAS’ın içerisinde,ya da BAAS’ın karşısındadırlar. Hatta Komünist güçler yani Esad dönemi boyunca Alevilerin büyük bir kesimi, yoksullarını temsil eden, mesela Suriye Komünist Emek Partililer var. Komünist Emek Partisi yer altı bir örgüttü ve iktidarı yıkmak için yıllar yılı mücadele etti başaramadılar. Dolayısıyla Aleviler ne tümü BAAS’ın içerisinde, ama tümü şu anki gelişmelerden bir korkuları var. Yine arkadaşımız ifade etti, ciddi bir korkuları var, inanılmaz, insanların aklının almayacağı, vicdanının kabul etmeyeceği gerçekten kesip doğranmaktalar. Tavuğu keser gibi insanları kesiyorlar. Belirli köylere gidildiği vakit, özellikle Alevi köylerine girildiği zaman bunları acımasız bir biçimde, tümünü ya kesiyor, ya parçalıyor, hatta öyle bir şey ki sosyal medyadan da izleyenleriniz vardır, en son 19 kişiyi Halep’te infaz ettiler. PTT binasının üzerinden canlı canlı atılan insanlar, bütün bunlar gerçek. Peki karşı taraf ne yapıyor. Karşı taraf da bu işgal edilmiş bölgeleri topla-tüfekle bunları yaşla-kuruyla birlikte götürüyor. Yani o kadar çok şiddetli ve acımasız bir savaş var. Aleviler orda ciddi bir şekilde korkuyorlar. Eğer bu güçler iktidarı ele geçirirlerse, Selefiler, Vahabiler, Alevilerin orada yaşama şansı çok zayıf. Peki bu durumda Suriye parçalanır, ya da Alevi devleti kurulur mu? Alevi devletini kurdurmaya çalışan İsrail’in kendisidir. Bu yeni bir proje değil. Çoktan beri üzerinde çalışılan, topluma dayatılmaya çalışılıyor. Alevilerin çekileceği kuracakları yeni bir devletin olduğunu ben şahsen düşünmüyorum, koşulları da yoktur.

Önder… Suriye içinde değil ama, Hatay, Adana bölgesindeki Alevi yoldaşlarımıza musahip kardeşlerimize yapabileceğimiz bir destek var mı, ne yapabiliriz. Yani biz Anadolu Alevileri olarak musahip kardeşlerimize nasıl bir yardımda, güvenlik konusunda nasıl bir yardımda bulunabiliriz? Alevi Dernekleri, Pir Sultan, Hacı Bektaş Dernekleri, Alevi Kültür Dernekleri yeterince bu konuya sahip çıkıyorlar mı?

Hakan Mertcan:  Yani şunu görüyoruz, bütün bunlar “Nusayri mi Alevi mi” muammasının yaratılması, başta söyledim, Arap Alevileri, Alevi kitlesinden, Türkiye’deki geniş Alevi kesimden ayırmak için yapılıyor. Ki bana göre, Alevilik diye tek bir şey yoktur, Alevilikler vardır. Yani Dersim Alevileri, Anadolu Alevileri, Arap Alevileri gibi çeşitli Alevi toplulukları vardır. Tek bir Alevilik yok, Aleviliğin temel düsturundaki “yol bir sürek binbir”  tam da burada kendini gösteriyor. Bunlar arasındaki ilişkiler Türkiye’de biraz zayıf. Kaldı ki Türkiye’deki Alevi hareketi de çok eskiye dayanmıyor, şurada ciddi anlamda 20-30 yıllık bir Alevi örgütlenmesi var. Güneydeki Arap Alevilerle ilişki kurulması konusunda sıkıntıları vardı. Medyada kurulan söylemde bir ayrıştırmaya yapılmaya çalışıldı. Örneğin “bunlar bizim Alevilerden değil, Arabın Alevisi” denildi. (Tipik bir nefret söylemi. Aynı adam daha sonra bir yazısında da Türkiye’de nefret suçu kanunu eksik falan diye söylüyor. Herhalde bu yazdıklarıyla ilk kendi yargılanırdı.) Fakat Aleviler ayrışmaktan ziyade daha fazla bir arada durdular, ilginç bir biçimde. Ankara’da önemli bir toplantı yapıldı, Mersin, Hatay, Adana’dan tüm Arap Alevilerinin temsilcileri geldi, PSAK, Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı, çeşitli Alevi kuruluşları, Caferiler ve Anadolu Alevilerinin temsilcileri ortak basın açıklaması yaptılar. Suriye’ye müdahaleye karşı olduklarını, kendilerinin kardeş olduklarını, araya nifak sokulamayacağını deklare ettiler. Bir yakınlaşma oldu, ortak eylemler düzenlediler ama bu çok yetersiz düzeyde kaldı. Çünkü Alevi toplumunun geneli bir hassasiyet taşısa da önemli bir kesim bu yangının kendilerinden biraz daha uzak kalabileceğini düşünüyor sanırım. Çünkü ilk kırılgan nokta Hatay, sonra Adana, Mersin. Bir yanıyla meseleye duyarlılar, ama çok eksikler, yetersizler ve bu Türkiye’deki Alevi hareketinin zaaflarından, zayıflığından olsa gerek. Bereket Kar’ın söylediği ile ilgili bir şey söyleyeceğim. Olaylar başladığında Cisril Şuğur olayları denilen 120 tane güvenlik görevlisinin öldürülmesi olayı vardı. Belki internetten falan izleyenler vardır, ben de zaman ki o görüntüyü izledim, bu meselenin nerelere gidebileceğini ürpererek düşündüm, hala ürperiyorum. Bu muhalif çeteler bir baskınla 120 insanı ele geçiriyorlar, çırılçıplak soyuyorlar, ellerinden kollarından bağlıyorlar ve başlıyorlar diri diri bu insanları kesmeye. O görüntüleri insan olan nasıl izler, bırakın bunu yapanın ne olduğunu. Ben alt-üst olmuştum. Adamı yatırıyor ve kesiyor Allah-ü Ekber diyerek 120 insanı. Bunu da işte Suriye ordusu yaptı, dediler, hatta Suriye ordusu kendinden kopacağını düşündüğü kesimleri öldürdü, denildi. Fakat sonra görüntüler ortaya çıktı ve bu adamlar keyifle, tavuk keser gibi bu insanları kesiyorlar, Allah-ü Ekber nidalarıyla. Bunu çok sayıda emekli Alevi subaya, memura, tabiî ki sadece Alevilere değil, kendilerinden yana olmayan her kesime saldırılar izledi. Olaylar ilk başladığında şu sloganlar gözükmüştü: Hıristiyanlar Beyrut’a, Aleviler Tabuta. Bu sloganları yazıyorlardı, bu sloganları atıyorlardı. Hıristiyanlar büyük ölçüde bu silahlı çetelerin karşısında mücadele etmekte, rejimin çökertilmesinin ardından yaşanacaklardan büyük korku duymaktalar. Bazı Hıristiyan arkadaşlarla görüştüğümde, yapacak başka bir şeyimiz yok, bizi kesecekler bunlar, diyorlar. Keza Aleviler, diğer azınlık gruplar da bu korkuyu yaşıyor, bu yüzden de mevcut rejimin yanında saf tutmak zorunda kendilerini görüyorlar.

Dinçer Demirkent:Teşekkür ediyorum katılımınız ve konuşmalarınız için.